Pazartesi, Mayıs 12, 2008

Murat Belge - ‘iç işlerimiz’

Türk medyasında köşe sahibi, kanalda program sahibi, yayın yönetmeni vb. sıfatlarla yer alan şahsiyetler, ‘iç işlerimiz’ gibi kavramların bugünün dünyasında gitgide anlamsızlaştığının, hele Avrupa Birliği gibi ulus-aşırı birliklerde tamamen geçersizleştiğinin farkına varmamış olabilirler mi? Doğrusu buna ihtimal veremiyorum. Oysa, AB’nin Genişleme Süreci, dolayısıyla Türkiye ile ilgili konularında yetki verilmiş sözcülerine gösterdikleri tepkilerde, hâlâ, bu ‘İç işlerimize karışıyorlar’ havası hâkim.
Özellikle Karen Fogg’un elçiliği sırasında ‘sömürge valisi’ sıfatını da icat etmişlerdi ve ‘Sen karışma’ tavrıyla yazıp yazıştırıyorlar, ‘Senin gibi konuşan elçi var mı?’ demeye kadar vardırıyorlardı. Sanki AB’nin bir aday ülkeye gönderdiği elçinin işi, aynı ülkedeki Kanada veya Japonya elçisinin işiyle aynıymış gibi. AB’nin buradaki -herhangi bir aday ülkedeki- elçisinin görevi oraya karışmak.
Şimdi Barroso, Rehn, Lagedijk’la aynı komedya devam ediyor. Türkiye’deki ‘katı laikler’i eleştiriyorlarmış! ‘Laik’in ‘katı’sı, ‘yumuşak’ı mı olurmuş? Böyle konuşan adamı kim ciddiye alırmış?
Bunu diyen, Olli Rehn. Ama Bobby Behn de olabilir, Johnny Cahn da... O göreve getirilmiş herhangi bir Avrupalı, ’demokratik’ olmayan bir ‘laiklik’ anlayışı karşısında benzer bir şaşkınlık gösterecektir. ‘Ya laiklik ya demokrasi’ gibi bir ikilemden hiçbir şey anlamayacaktır. Sonuç olarak da, “Bizimle bir arada olmak istiyorsanız, bizim ‘laiklik’ anlayışımız böyle değil; onun için, demokrasiyle çelişen değil, demokrasiyle örtüşen bir laiklik anlayışı oluşturmaya çalışın” anlamında bir şeyler söyleyecektir.
Söyleyecektir, çünkü zaten görevi de bunları söylemektir.
Yemekte sıkıştırmışlar da, ‘Görülmekte olan davaya müdahale edilmez’ demişler, falan filan. Bu davanın nasıl bir dava olduğunu da, Olli Rehn veya Polly Mann veya her kimse, o makamı dolduracak Avrupalı bilir ve anlar. Avrupa Birliği’ne üye olabilmenin daha da önemli bir koşulu, bu mahiyette davaların açılabildiği bir ülke olmaktan vazgeçmektir. Dolayısıyla bunu söylemek, bu uyarıda bulunmak, gene o makamın görev alanı içine giren bir iştir.
Bizim bu köşe yazarlarımız, bu ‘kanaat önderleri’miz, yazdıkları ve söyledikleriyle AB’nin, önce şu somut konumlarda bulunan sözcülerini, sonra onları böylece yetkilendirenleri, en sonunda da Avrupa kamuoyunu, kendi savundukları ‘demokrasi ve laiklik’ anlayışına ikna edeceklerini mi düşünüyorlar? Karen Fogg’a sövüp saydılar, vaktinden biraz önce ayrılmasını sağladılar. Büyük zafer! Bu tuhaf episoddan sonra AB, Türkiye’nin AB içinde bulunmasına Fogg gibi taraftar olmayan ve çok az konuşan birini gönderdi. Buna da ‘zafer’ diyebilirdik, ama adam sonunda ağzını açtı ve ağzından çıkanlar bizim için sevindirici filan olmadı.
‘Kanaat önderleri’miz, herhalde, Avrupa’nın ‘kanaat’ine önderlik yapamayacaklarının farkındalar (‘iç işler’imizin ne kadar demode bir kavram olduğunu da aslında bildikleri gibi). Ve zaten, Avrupa Birliği’ne entegre olmuş bir Türkiye’de, herhangi bir şeyin önderi olamayacaklarının da farkındalar ve sorunları da bu. O halde, gene buradaki kanaatle işleri. Kamuoyunu AB fikrinden soğutmak, sabırla, istikrarla, Avrupa ilişkisini törpüleye törpüleye aşındırmak, bir yandan da ‘Batıcılık’ denen şeyi elden bırakmamak, ‘Beyaz Türk’ olmanın bu dönemdeki açmazı böyle bir şey.


Yazının orijinal yeri Radikal.com.tr

Etiketler:

Perşembe, Ocak 17, 2008

Diz Çökenler

Kesişen hayat hikayeleri, çağdaş toplumlarda insanın yalnızlığı ve yerleşik ahlak yargılarının iki yüzlülüğü... Hayatın anlamını aramaya mecali olmayan entelektüel zihinler; temel soruları atlayıp, kendi elleriyle yarattıkları entelektüel elitleri içinde mutlu olmak istemektedirler. Varlığı, insanlığı ilgilendiren temel sorular, 60'lı yıllarda anneleri ve babalarının kuşağı tarafından sorgulandı da ne oldu sanki? Neye yaradı? Ne kattı yeryüzüne? Neyi düzeltti?

"Make Love Not War" dediler de ne oldu? Savaşlar azaldı mı? Hayır. Göçmenlerle doldu dünya.

Farklı kültürlerden, farklı ülkelerden insanlar, insan hikayelerini de getirdiler yanlarında. Batılı "sahip", uygar efendi, hemen hemen kırk yıl sonra "onlar da insan" mesajını entelektüel trende taşımayı seçiyor. Meksikalı da olsa insan. Arap da olsa insan. Türk de olsa insan. Ama uygar mı? Doğru cevabı vermek için ilave bir soru gerekli: Neye göre uygar? Referans ne? Cevap artık belli: Batılı entelektüel aristokrasiye göre. Uygar değiller. Ama onlar da insan...

Cahiller. İlkel gelenekleri var. Zayıflar. Eğitilmeye ihtiyaçları var. Kendi medeniyetini kötülerse ve bütün suçun medeniyetinde olduğunu kabul ederse ödüllendirilmeli bu insancıklar. Uzun zaman önce savaşları kaybetti. Ve zayıflığının nedenini kendi dışında aradı bu insancıklar. Tarihin döngüsel doğasında şimdilerde alttaydı. Çare: üstteki medeniyeti öv, alttakine kötü de. Suçu kendinde değil başka bir yerde ara. Efendinin efendiliğini kabul et. Bak efendilerin sana iyi davranabilir. "Onlar da insan, demeye başladık biz" diyorlar... "Ha gayret" diyorlar. Oscar da veririz, nobel de veririz. Yaşamın Kıyısında'dan: "Eğer okur da Alman dili ve edebiyatı profesörü olursan iyi bir insan olabilirsin. Ama evcilleşmezsen/uygarlaşmazsan, baban gibi olursun."

Acıklı hikaye şu: "onlar da insan" gibi bir anlamı, efendisinin vereceği ödül için yazıp, çekmek... Oysa manzara gerçekte şöyle: Savaşı kaybetmiş ne yapacağını bilemeyen bir kalabalık... Savaşı kazanan tarafa "ben de aslında sizin gibiyim, beni de aranıza alın" diyor... Güçlü görünene, üstte görünene övgüler yağdırmak... Diz çökmek... Koskoca bir medeniyeti yok saymak. Küçük görmek, hatta hiç görmemek...

Crash, Yaşamın Kıyısında, Babel...

Hayatı ve yaşadığımız dünyayı ilgilendiren gerçek sorunlar değil... Entelektüel bir kendi kendini tatmin. Özgün düşünce nerede? Yok. Efendiler düşünüp sana vermişler. Ezberle!

Etiketler:

Pazartesi, Ocak 07, 2008

Bundan Elli Sene Sonra

Bundan elli sene sonra üniversitelerde "Türkiye'nin toplumsal değişimi" derslerinde şöyle bir fasıl açılacak (inanmayan bekleyip görür):

"Türkiye'de merkezi devlet çevresinde tutunan ve 100 yıl boyunca rejimin nimetlerinden sonuna kadar yararlanan bir grup bürokrat ve entelektüel, Cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının kuvveden fiile çıkıp, bürokratik iktidar yerine çevrenin merkeze yaklaştığını farkedince dehşete kapılarak bu durumu rejime saldırı olarak göstermeye çalıştılar. Bir süre sonra çevreden merkeze doğru yaklaşanların rejimi değiştirmek gibi bir niyetleri olmadığını, hatta Türkiye'yi 'muasır dünya' çizgisine doğru hareketlendirmek istediklerini farkedince bile şikâyetlerini sürdürdüler; çünkü verdikleri mücadele bir rejim endişesinden değil, zümre çıkarlarını korumaya dayalı basit bir motivasyonun eseriydi.

Bundan daha ironik olanı ise demokratik kurumların onayıyla işbaşına geçen yeni muktedirlerin düzeni değiştirmek yerine, onunla uzlaşmayı daha pratik bulmalarıydı."

A.Turan Alkan

Etiketler: , ,

Perşembe, Ocak 03, 2008

Taksimdeki tacizciler



2007'yi 2008'e bağlayan gece, yani yılbaşında Taksim'de bir grup tacizcinin turist bayanlara yaptıkları eziyet ekranlara yansıdı. Tacizler izleyenleri çileden çıkaracak cinstendi. Ama dikkati çekmesi gereken bir şey daha vardı:

Turist grubun başınadaki kalabalığın büyük bir bölümü kameralarının ışığını yakmış televizyoncular ordusuydu. Alkollü kalabalıkları düşünün. Parlak ışıklarıyla kameralar bir şeyleri çekiyor. Gidiyor bakıyorlar Rus bayanlar var. Etrafları sarılmış.

Özetle bu olayda televizyoncu ve fotoğrafçı ordusunun "haber"in kendisine olan etkisini de tartışmak gerek. Bugünlerde pek çok köşe yazarı bunu iktidardaki partinin yarattığı bir manzara olarak anlatması, medyanın nalıncı keseri misali kendine yontmayı her durumda başarabileceğini gösteriyor. Korku verici. (not: iktidardaki partiye oy vermişliğim yoktur, vermeyi de düşünmüyorum, ama hak hukuk falan vesaire.)

Etiketler: , ,

Perşembe, Aralık 27, 2007

Medyamızın Yıldızları

Berkun Oya ile Sevim Gözay evlensinler.

İdeal medyatik bir aile. Çağdaş. Kültürlü. Özgür. Falan filan. Bay ve bayan Ego, içi boş... Kader acımasız davranmış bu arkadaşlara, Türkiye gibi bir ülkede yaşıyorlar. Etnik kökenlerini bilemem ama Türkiye, bu çağdaş değerleri hakeden bir ülke değil. Biri filmler çekerek, diğeri TV programları yaparak cahil halkımızı yukarılara çıkarmaya çalışıyorlar. Ama nafile. Bizim halkımızdan adam olmaz be... Sizler az daha çabalarsanız bir Fazıl Say seviyesine falan da gelirsiniz. Ha gayret. Gözlerinizden öpüyorum.

Etiketler: ,

Perşembe, Eylül 20, 2007

Rektörlerimize bir öneri


YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç başkanlığında bugün olağanüstü toplanacak rektörler, yeni Anayasa taslağındaki üniversitelere türbanla giriş serbestisini görüşecek. Rektörler, Anayasa’nın değişmez maddelerini savunacaklarını söylemişler.
Benim bir önerim var.
Bence rektörler, ülkedeki bütün vatansever güçleri kararlı ve organize bir şekilde miting yapmaya davet etsinler. "Cumhuriyete Sahip Çık" şeklinde bir slogan düşünülebilir. Böylelikle milyonları meydanlara toplayıp iktidardaki partiye karşı ne denli kararlı ve "çoğunlukta" olduklarını kanıtlayabilirler. İktidar partisi bilmelidir ki demokrasilerde ne kadar oy aldığın değil, ne kadar oy alamadığın hesaplanır. İktidar partisinin azınlıkta olan bir grubu temsil ettiği bu şekilde kanıtlanabilir. Haydi milyonlar! Haydi cumhuriyetçi kadınlar! Giyin çağdaş kıyafetlerinizi! Meydanları doldurun!
Rektörlere önerim budur.

Etiketler: , , , ,

Salı, Eylül 04, 2007

Where is my f***kin' civil rights?

Türban konusu ülkemizde politikanın değişmez gündemi olmaya devam ede dursun bu işe en çok kadın terzileri bozuluyor. TV’de ne zaman “türban” lafını duysa “başörtünün adı oldu türban” diyen bir kadın terzisi tanıyorum. Aslına bakarsanız bizim medyadaki yaygın kullanımıyla kastedilen şeyi türban olarak dünyada sadece biz adlandırıyoruz. İnternet üzerinde yapılacak çabuk bir araştırmada bile türbanın ne olduğunu öğrenmek mümkün. Örneğin wikipedia’da türban: tek parça, kafayı dolanan eşarp benzeri uzun şerit olarak tanımlanmış. Ki bu kadın terzilerinin de yaptığı tanımla uyum gösteriyor. İnternet sayesinde türbanın sadece kadınlara özgü bir şey olmadığını da öğreniyorsunuz. Hatta 11 Eylül sonrasında ABD’de yaşayan Sih erkekler kafalarındaki türban sebebiyle müslüman zannedilmişler, şiddete maruz kalmışlar, hatta içlerinden bir tanesi de uğradığı saldırı sonucunda ölmüştü. Sih’lerin “biz müslüman değiliz” isyanı, Spike Lee’nin soygun filmi Inside Man’e de konu olmuştu. Bir bankada görevli olan sih polis tarafından “terörist!” suçlamasına maruz kalınca “Ben Sih’in, müslüman değilim” diye haykırıyordu. Adı geçen filmdeki bir başka şey de türbanını arbedede düşüren Sih görevlinin türbanını ısrarla geri istemesi, “kişilik haklarım var” diye diretmesiydi. Amerika gibi özgür bir ülkede, bir dakika gibi bir süre için bile, türbanı olmadan sorgulanmayı reddeden bir amerikan vatandaşı vardı. Bize de bir şeyler hatırlatıyor değil mi?

"Where is my f***kin' civil rights?”(*)



Seattle Times gazetesinde Eli Sanders imzasıyla yayınlanmış “Türbanı anlamak, onu terörle ilişkilendirmeyin” başlığıyla yayınlamış bir yazıda Arizona’da kafasında türban olan bir taksi şoförüne “kasap terörist” şeklinde saldırıldığından bahsediyor, Inside Man’deki konuya benzer olarak.... Aynı yazıda diyor ki: “Kafasında türban olan birini terörle ilişkilendirmek, ayağında ayakkabısı olan birini terörle ilişkilendirmekten farksızdır.” Ve değişik türban şekilleriyle ilgili olarak da çizimli, açıklayıcı notlar aktarıyor.

Sih dini dünyanın beşinci yaygın dini olmasına rağmen kafasında Sih tarzında türbanı olan insanlara ülkemizde pek rastlamıyoruz. Çünkü ülkemizde yaşayan Sih nüfusu yok denecek kadar az. Şimdi şöyle bir düşünelim, yani Einstein’in dediği gibi bir gedankenexperiment (yani düşünce deneyi) yapalım: Eğer Türkiye’de, sözgelimi %30 oranında Sih yaşıyor olsaydı ne olurdu? Gerçek anlamıyla bir türban tartışması yaşıyor olur muyduk? Ya da devletin yasaları Sih türbanına karşı nasıl bir tavır takınırdı?

Bugün ABD ve hep örnek aldığımız batılı ve çağdaş ülkelerde Sihlerin türbanları yüzünden devlet eliyle oluşturulmuş resmi sorunlar yaşamadığını biliyoruz. ABD’de “kamusal alan” diye bir kavram var mıdır acaba? Ya da Fransa’da? İsveç’te bir Sih, ilkokul çağındaki çocuklara kötü örnek olabileceği gerekçesiyle türbanını, işyerinin dışında da takamayacağı gibi bir mahkeme kararıyla karşılaşabilir mi?

Bildiğimiz kadarıyla Sihler dünyanın hiçbir medeni ülkesinde türbanlarını çıkarmaya zorlanmamakta ve işlerinde okullarda rahatlıkla türbanlarıyla dolaşabilmektedirler. Hatta resmi güvenlik kuvvetlerine Inside Man’deki gibi “Where is my f***king civil rights?” diyerek fırçalarını da atabilmektedirler.


Özdemir İnce’nin Türban ve Göstergebilim adlı yazısı da bu bağlamda Türkiye tarihinde yerini alacak türden bir yazıdır. İnce, yazısında "Yani türban konusu basit bir örtünme konusu değildir. Türbanın neyi gösterdiğinin açık bir şekilde ortaya konması gerekir. Bunun tespiti yapılabilirse eğer, türban sorunun çözümü de kolaylaşır ve tartışmalara açıklık kazandırır" diyerek Arizona’da türbanlı taksi şoförüne saldıran kişi/kişileri savunmaktadır aslında. Öyle ya, Türban hiç şüphesiz siyasi bir semboldür. Ve o sembol siyasal dürtülü bir militanlaşma anlamına geliyordur. Sn. İnce “Geleneksel başörtülerden ayıralım” diye de ilave etmektedir. O halde şimdi Sihler, siyasal dürtüyle militanlaşmakta mıdır yoksa geleneksel olarak mı başlarını örtmektedirler? Seattle Times’taki yazıyı referans olarak alacak olursak eğer (nitekim Seattle özgür, çağdaş ve batılı bir ülkenin bir kentidir), Özdemir İnce’nin yaklaşımıyla, ayakkabı da siyasal dürtüyle militanlaşmanın işareti olarak algılanabilir. Türban ile göstergebilim başlığını bir araya getirmek zaten inanılmaz dahiyane bir fikir olarak yeterliyken arka arkaya gelen önermelerin sonucu olarak bütün ayakkabı giyenlerin de militan olduğu sonucuna varmış olduk.

Tekrar soralım: Türkiye’de dişe dokunur bir Sih nüfusu yaşasaydı ya da ileride böyle bir şey olursa, ne olacak bu Sihlerin hali? Bugün ülkemizde Sütçü İmam Üniversitesi’nde yasalarımıza göre başörtüsü yasak. Türkan Saylan’ın deyimiyle: Görebiliyor musunuz ironiyi?

(*) Inside Man filminden bir replik.


Etiketler: , ,